Blogger tarafından desteklenmektedir.

Guguk Kuşu Film İncelemesi



"Deliliğin ilk tedavi denemeleri taş devrine dayanır. O dönemlerde; topluma ayak uyduramayan, şiddete eğilimli insanların bedenlerine kötü ruhların hükmettiğine inanılmış ve bedeni kötü ruhlardan arındırmak için bir şaman yöntemi olarak; kafatasları delinmiştir. Dünyaya dinlerin hükmettiği Ortaçağ döneminde ise; deliler Tanrı tarafından cezalandırılmış sayıldıkları için toplumdan dışlanmış, çoğunlukla taşlanarak öldürülmüşlerdir. Modern bilimin ilk kez ortaya çıktığı Rönesans’ta; birçok bilim adamı kendini bu hastalığın tedavisini bulmaya adamış ancak başarılı olamamıştır. Aynı dönemde bazı yazar ve ressamlar deliliğin bir ceza değil, bir hastalık olduğuna inanmış ve toplumun geri kalanına karşı onları savunmuşlardır ancak Rönesans dönemindeki delilerin yaşamlarını incelediğimizde; büyük bir kısmının panayırlarda para karşılığı, halka gösterilerek “akıllı” insanlara gelir kaynağı olduğunu görüyoruz. 17. yüzyılda Descartes’ın ortaya koyduğu “Sensorium Commune” teorisiyle; deliliğin bir akıl hastalığı olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır ancak bu dönemde de halka zarar gelmesi korkusuyla deliler ıssız adalara terk edilmiştir. Psikiyatri dalı ilk kez 18.yüzyılda ortaya çıkmıştır. O yıllardan günümüze kadarki dönemde; çok sayıda psikiyatrist yetişmiş, çeşitli tedavi yöntemleri üretilmiştir ancak deliler bugün hala, toplumda olmaları gereken yerde değillerdir.






Guguk Kuşu (One Flew Over The Cuckoo’s Nest); 50’lerin sonunda bir akıl hastanesinde geçiyor. Çeşitli suçlardan hapse giren McMurphy; oradan kaçmayı başaramayınca deli taklidi yaparak, kendini daha az güvenlik önlemi bulunan bir akıl hastanesine aldırıyor. Başta amacı, güvenlik açığından faydalanarak özgürlüğüne kavuşmakken; bir süre sonra kurduğu dostluklar, onu bulunduğu yere bağlıyor ve ona deli olmayı sevdiriyor. Kaçıp gitmek yerine; acımasız tedavi yöntemlerine maruz kalan arkadaşlarıyla birlik olmayı tercih ediyor. İçinde bulundukları tutsaklıktan bihaber olan bir ton delinin hayatlarında farkındalık yaratıyor.



Filmde gerçek akıl hastalarının yanı sıra; dışarıdaki ortama uyum sağlayamayacakları düşüncesiyle, sağlıklı oldukları halde orada kalmayı tercih edenler de var. Bir kez “deli” damgası yedikten sonra, tekrar toplumun bir bireyi olmanın mümkün olmadığına inanıyorlar.
Esaret, özgürlük tutkusu, sınıf ayrılıkları ve hümanizm çevresinde gelişen film; otoriteyi ve totaliter sistemi eleştiriyor. Louise Fletcher’ın canlandırdığı hemşire karakteri üzerinden, baskıcı devlet sistemine gönderme yapıyor. Toplumun ahlaki kurallarının yıprattığı demokratik yapıyı sorguluyor.




Stanley Kubrick’in Otomatik Portakal (A Clockwork Orange, 1971) filmiyle hemen hemen aynı tema işleniyor olmasına rağmen; farklı bir yönetmenin dokunuşuyla delilik konusu, Otomatik Portakal’daki tüyleri diken diken eden o sinir bozucu havasından kurtulup, sempatik bir filme dönüşüyor.
Ken Kesey’in 1962 yılında yayınlanan, aynı adlı eserinden uyarlanan senaryo Milos Forman tarafından beyazperdeye aktarılmış. Başrollerde Jack Nicholson ve Louise Fletcher var. Jack Nicholson; canlandırdığı McMurphy rolüyle, oyunculuk kariyerini bir başka boyuta sürüklüyor ve 1980 yılında çekilecek The Shining filminde göstereceği başarıyı müjdeliyor. Performanslarıyla Akademi Ödülü’ne layık görülen bu iki oyuncuya; Danny DeVito ve Christopher Lloyd eşlik ediyor. 1976 yılında 9 dalda Akademi Ödülleri’ne aday gösterilen film; “En İyi Film” dahil 5 dalda ödül kazanıyor ve İsveç’te tam 12 sene vizyonda kalarak bir dünya rekoruna imza atıyor."

Bu yazı https://www.filmloverss.com/ adresinden alıntılanmıştır.

0 Comments :

Yorum Gönder