Vasiyet - Ali Lidar
Amca o kadar alışmıştı ki alışmış olmaya, birdenbire yapayalnız kalınca ne yapacağını bilememişti muhtemelen. Ve yeni bir insana alışıp tekrar aynı şeyi yaşamaktan da korktuğu için başka bir alışkanlık yaratmış kendine.
Ara sıra herkesten kaçıp gittiğim köhne bir meyhane var: Adı
Halit Baba. Daha önce birkaç yazımda bahsetmiştim. Eskişehir’de orduevinin tam
arkasında. Orada yetmişli yaşlarda bir amcayla tanışmıştım. Garsonlar dahil
herkes amca diyordu adama. Adını bilen kalmamıştı sanki. Yaz kış her akşam
gelirmiş buraya. Uzun yıllar ağzına bile sürmemiş içkiyi, başlayınca da bir
daha hiç bırakmamış. Yan yana oturduğumuz biçimsiz bir akşam laf lafı açtı
sordum “Amca ne oldu da içmeye başladın,” diye. Tam otuz yıl önce karısı bunu
bırakıp başka bir adamla kaçmış. Amca da o gün bir ufak rakı alıp içmeye
başlamış, sonra da hiç bırakmamış. Bu kadar özel ve kişisel bir mevzuyu
tanımadığı, torunu yaşında birine rahatça anlatabilmesi ilginç geldi bana. “Çok
mu seviyordun amca?” diye sordum. “Yok be evlat,” dedi, “siktir olup gitmiş
birinin nesini seveceğim.”
“E o zaman niye böyle oldu?”
“Çok alışmıştım evlat,” dedi “ öyle gidiverince o, ev bomboş
kaldı.”
Gerisini getirmedi amca, ama ben tahmin ettim. Amca o kadar alışmıştı ki alışmış olmaya,
birdenbire yapayalnız kalınca ne yapacağını bilememişti muhtemelen. Ve yeni bir
insana alışıp tekrar aynı şeyi yaşamaktan da korktuğu için başka bir alışkanlık
yaratmış kendine. Kendisini hiç terk etmeyecek bir alışkanlık. En azından
parası olduğu sürece kendisini hiç terk etmeyecek bir alışkanlık.
Başka bir gün, yine mekânın neredeyse boş sayılabileceği bir
saatte aynı amca laf attı bu kez.
“Hadi benim durum malum da, gencecik adamsın senin ne işin
var her akşam bu batakhanede?” diye sordu.
“Bir zamanlar çok sevdiğim bir kadın vardı,” dedim ve bir süre
sustum. Tabii amca bir şey anlamadığı için sormaya devam etti.
“Ee n’oldu terk mi etti seni? Ona mı üzülür durursun?”
“Yoo üzgün sayılmam aslında. Zaman değişti. Yavaş aktı ama
çabuk değişti”
Açıklamam da pek açıklayıcı gelmedi sanırım. O yüzden kestirmeden
teşhisi yapıştırdı amcam.
“Yani terk etti.”
“Hayır amca öyle değil. O terk etmedi. Ben kaybettim.”
“Nasıl? Ve neden?”
“Öyle İşte. Uzun mu Uzun bir hikaye aslında. Ama sana kısaca
özetleyeyim. Üşendim. Bazen kazanmaya üşendiğin için kaybedersin ya hani. O
hesap işte!”
Kalıbımı basarım ki yine hiçbir şey anlamadı amca. Ama o an
söyleyebileceklerim o kadardı işte. Zaten gerisini ben de anlamış sayılmazdım.
Konuyu değiştirdi.
“Sek içme bu zıkkımı. Ben de yıllarca sek içtim. Adamın
içini ciğer kavurması gibi kavuruyor. Suyla karıştır öyle iç.”
“Denedim birkaç kere ama suyla içince midem bulanıyor.”
“O zaman sodayla karıştır.”
Hakkaten lan. Niye aklıma gelmediyse o güne kadar. Hemen bir
soda söyleyip kalan son dublenin üstüne boca ettim. Güzeldi. Midem hiç
bulanmadı.
Neredeyse yirmi yıl olmuş. Amca konuştuğumuz akşamdan altı
ay sonra öldü. Sirozdan tabii. Çok sonra duydum, haliyle de cenazesine
gidemedim. Gerçi duysam da gider miydim? Sanmam. Ama vasiyetini de unutmadım. O
gün bu gündür rakıyı soda katmadan asla içmem. “Ne boktan bir vasiyet lan bu!”
dediğinizi duyar gibiyim. Ee n’apçan, meyhanede tanışılan bitik bir maçanın kazanmaya
bile üşenen yeni yetmeye vasiyeti de bu kadar olur ancak.
Ruhu şad olsun güzel amcamın…
Via: Ot Dergi, Ekim 2016, 44. sayı
Via: Ot Dergi, Ekim 2016, 44. sayı
0 Comments :
Yorum Gönder