Blogger tarafından desteklenmektedir.

Derdâ'nın Mektubu - Hakan Günday



Sevgili Derdâ,
Nereden başlayacağımı biliyorum ama bu mektubun nasıl biteceği hakkında hiçbir fikrim yok. Öncelikle sana, sen, diyeceğim. Siz, değil. Belki seni ilk gördüğümde bunu yapmayacağım ama benim için sen, sensin. Hatta seni ilk gördüğümde o kadar heyecanlanacağım ki, büyük ihtimalle, adımı söylemeyi bile unutacağım. Oysa sana bu mektubu yazmam için bana cesaret veren nedenlerden biri de o. Adım ve adlarımız. Çünkü ikisi de  aynı. İkisi de Derda. Her neyse…
Yatırca adında küçük bir köyde doğdum. On bir yaşına gelince zorla evlendirilip Londra’ya sürüklendim. Beş yıl boyunca bir apartman dairesinde hapis kaldım ve bir gece oradan kaçtım. Eroine başladım ve eroin için her şeyi yaptım. Hatta bir defasında elli iki erkekle yattım. Üstelik bu, kameraya alındı ve artık biliyorum ki, milyonlarca insan beni o halde izledi. Bütün bunları anlatıyorum çünkü beni tanımanı istiyorum. Eksiksiz ve tam olarak tanımanı. Bugüne kadar, bunları kimseye böyle basitçe anlatamamıştım…
On altı yaşımda, eroinden kurtulmak için gittiğim bir rehabilitasyon merkezinde Anne adında bir kadınla tanıştım. Emekli bir hemşireydi. Beni o güne kadar tanımadığım bir sevgiyle kabul etti ve evine aldı. Sonra yıllar geçti ve ben onun kızı oldum. Anne ’in kızı. Türkçedeki anne gibi yazılırdı adı. Yazılırdı, diyorum çünkü iki yıl önce beyin kanamasından öldü ve ben, onunla birlikte her şeyimi kaybettim.
Kendime geldiğimde yaptığım ilk iş, günlüklerini okumak oldu. Bir hazine gibi sakladığı günlüklerini. Ve öğrendim ki, Anne bir zamanlar, Londra, Wimbledon’daki Atkinson Morley Hastanesi’nde çalışıyormuş.
1976 yılının 22 Aralık gecesi, o sıralar 28 yaşında olan Anne gece nöbetindeyken yoğun bakıma bir hasta getirilmiş. Beyin tümörü ameliyatından çıkmış olan bir hasta. Bir Türk. Kim, biliyor musun? Belki de biliyorsun. Ne de olsa, adı parmaklarında yazıyor: Oğuz Atay.
Oğuz Atay, o yoğun bakım ünitesinde 31 Aralık’a kadar kalmış ve Anne daima yanındaymış. Oğuz Atay’ın ona söylediği ilk söz şu olmuş:
“Senin adın, Türkçedeki anne kelimesiyle aynı yazılıyor.”
Sekiz gece boyunca sabahlara kadar konuşmuşlar. Başlarda Anne sadece dinliyormuş. Çünkü o günlerde, Anne’in aklında sadece ölmek varmış. İntihar etmek. Herhangi bir neden olduğundan değil. Bütün hayatı tek bir neden olduğundan. Yaşadığı her şey yüzünden. Bazı insanlar böyledir. Diğerlerine göre çok daha kırılgan olurlar. Ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar. Her neyse…
Her nasılsa, Oğuz Atay, Anne’in bu düşüncesinden haberdar olmuş. Belki de sadece hissetmiş ve ona hayattan söz etmiş. Hayatta kalınması gerektiğinden. O sekiz gece öyle bir geçmiş ki, Anne sonunda ikna olmuş ve kendini hayata bırakmış. Çünkü karşısında, ölümle Don Kişot gibi mücadele eden bir adam varmış ve o güne kadar duymadığı kelimelerle yaşamayı anlatmış.
Oğuz Atay hastaneden ayrılınca bir daha görüşmemişler ama Anne onu asla unutmamış. Bana sorarsan, Oğuz Atay’a âşık olmuş. Ama günlüklerinin hiçbir yerinde bundan söz etmiyor. Sadece şöyle bir cümle geçiyor: “ O, hayatım boyunca tanıdığım, âşık olunacak tek adamdı.”
Günlükleri bitirir bitirmez, Oğuz Atay'ın bütün yazdıklarını okumaya ve hakkında araştırmalar yapmaya başladım. Sonra da karşıma sen ıktın. Seninle ilgili bütün haberler. Fotoğrafların, mahkemede söylediklerin… İnanamadım. Hele bir de adını okuyunca…
Şimdi mektubu başından beri yeniden okudum ve ne kadar kötü yazılmış olduğunu fark ettim. Her paragrafın sonunda, bir “her neyse” var. Oysa her neyse, değil! Oysa o her neyse'lerin devamında, şu an yazamadığım binlerce hikaye var.
Küçük bir kız gibi hissediyorum kendimi. Aslında belki de on bir yaşındaki bir kız yazıyor sana bütün bunları… Her neyse!!!
Mektubun başında da belirttiğim gibi, nereye varacağını bilmediğim bölüme geldik: Sona. Çünkü senden ne istediğimi bilmiyorum. Ama sanki sen ve ben… Ne diyeceğimi bilmiyorum…
Hala okuyorsan hala yanımdasındır. Ama eğer, bütün bunların sadece birer tesadüf olduğunu düşünüyorsan, hemen gidebilirsin. Hayatlarımıza devam eder ve  her şeyi unuturuz.
Hayır, yalan söylemeyeceğim! Ben hayatıma devam edemem ve hiçbir şeyi unutamam!
Çünkü Oğuz Atay'ı da okudum, seni de tanıdım…
Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az.. O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az..

Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var O alfabeyle sana yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfni arasında. Biri başlangıç, diğer son. Ama sanki birbiri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi..

Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..

Seninle buluşmak için Oğuz Atay'ın mezarının başından daha uygun bir yer gelmedi aklıma. Çünkü okuduktan sonra arkana bakmadan gidersen, ben de bu mektubu gömeceğim toprağına…
Derdâ
Hakan Günday - Az (sf. 345)

0 Comments :

Yorum Gönder