Blogger tarafından desteklenmektedir.

Dünyamın İyi Ki Var Olması Aşkına!

 

Saat 07:16 da doğuyormuş güneş bilir misin sevgilim o tarihte şehr-i İstanbul’da, hatta gündüzler uzarmış tam 2 dakika. Takvim yaprakları güzel güzel sözlerle donatılırmış o tarihlerde; önemli mevzuların yıldönümleri anılırmış.

 

23 ocak 95 den sonra senin varlığınla donatılmış benim tüm takvim yapraklarım, her günüm seninle olmuş, ben bilmemişim; küçükmüşüm, altıma edermişim, nasıl bilecekmişim. Büyümüşüm, seni görmüşüm, her şeycikler yerli yerine oturmuş sevgilim. Günler değişmiş sen olmuş , dünler yok olmuş biz var olmuşuz sevgilim. Senin olmuşum; fark etmeden, fark etmeden, fark etmeden senin olmuşum.



Şayet aksaydı zaman aynı bizim filmimizdeki gibi sevgilim; Roma’ya dönseydik ya da Mısır’a, gider miydi sözlerim sahiden ağzımdan çıkıp senin hoşuna? Dokunabilir miydim bu hayatta da o hayatta da senin dudaklarındaki gülümsemelere sevgilim?  Tarih tozlu sayfalar içinde akıp akıp giderken benimle, benimle akıp akıp gider miydin sevgilim.. Eğer sen bir fısıltıysan sevgilim, kimse benim kadar güzel duymamıştır. Eğer sen bir çığlıksan sevgilim hiç kimse biz kadar olamamıştır bu dünyada çığlık çığlığa…


Seni gördüğüm o ilk günden beri sevgilim, renkler değişti, sesler değişti, günler değişti, açan çiçekler uçan kuşlar değişti. Aslında ne tatsız şeydi şu dünya be, geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni. Yemeyip-içmeyip, yatmayıp- uyumayıp, seni çığlık çığlığa anlatmalı bu yürek… Anlatmalı seni, gülümsemeni, gözlerini sevgilim.


Gözlerinin kadehinden içmeden sarhoş olurum bilirdim , sen ki sevgilim “çok sarhoş olsam dediğim her dakika şaraba testisiz yakalanmak gibisin.” 


Dünya aydınlık sabahlarını yitirirken sevgilim; sen, ay ışığını doldurup kadehlere güneşe karşı şerefe demek gibisin.


Uzak bir şehre giderken sevgilim yan yana, diz dize, göz göze; yollarda kar, dağlarda sis; sen o belirsiz manzara içindeki en güzel hissin ta kendisisin.


Gecenin ve gündüzün, bugünün ve yarının, uyuyup uyanmanın bana getirdiği umudun adısın sen sevgilim. “Burası dünya yahu burası bu kadar” diyen şaire karşı çıkabilmemi sağlayan kudretin kaynağısın sen sevgilim. Ne o şair bilir sevgilim ne de bir başkası bir ben bilirim senin varlığınlayken dünya alışkanlıktan dönmüyor sevgilim mutluluktan dönüyor.


Sen bu dünyaya geldiğinden beri dünya defalarca döndü güneşin etrafında sevgilim. O kovalamacaların da seni bana, beni sana getiren yılların da kurbanı olayım.


İyi ki var oldun sevgilim iyi ki varlığınla var ettin beni. Dünyanın güneşin etrafında kaç kere döndüğünü hesaplayamayacağımız günlere kadar hep var et beni varlığınla sevgilim. Varlığın varlığıma hep armağandır sevgilim; armağanım olmaya beni mutlu kılmaya hep var ol… Bir yağmur yağsa da beraber ıslansak sevgilim… Seni çok seviyorum.


Kırk kere söyledim bir daha söylerim

Savaşta ve barışta karada ve denizde

Düşkünlükte ve esenlikte

Zamanımız apayrı bize göre

Yan yana olduk mu el ele

Aç kalsak ağlamayız biliyorum.

Dünyamın kendi etrafında dönüşü kutlaması!


Cem mi yılmaz şafak mı sezer bu gibi bir konunun benim hayatıma bu kadar etki edebileceğini nasıl tahmin edebilirdim ki. Beni o masada o soruyu sormaya iten o güce, seni o soruya cevap vermeye iten o kuvvete o kadar minnettarım o kadar minnettarım ki…

 İnsanın neden yaptığını bilmediği bazı şeyler olur beni sana getiren bu soruysa eğer neden yaptığımı bilmeden sana gelen yolların yolcusu olduysam eğer o yolun da o yolu açanın da kadar minnettarıyım ki…

Didem Madak diyor ya bir şiirinde “Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.” Ben düzelttim biliyor musun sevgilim… Bir akşam vakti karanlığında, parasını sana ödettiğim o çokomeli yiyip seninle senden benden o zaman henüz bizden değilken; tüten dumanlarla birlikte ordan oraya uçuşurken mutlulukla, gülen yüzlerle, üflenerek sohbetlerimiz ben o kağıdı da düzelttim; meğer yazgımı o kağıttan daha güzel düzeltmişim sevgilim. Sevgilim senle ben yan yana olursak daha kimse düzeltemez o çokomel kağıdını biz gibi. Sevgilim seninle yan yana oluşumuz akşamüzeri çokomel kağıdı düzeltmek kadar güzel işte. O akşamüzerine de o kadar minnettarım ki…

Sağlıklı bir sağlıksız iletişim manyağıyken beni tedavi edişin, kendine heyran edişin ayranı höpürdeterek içişin iyi ki o gün bizi mavi ledlerin altında bir minibüsün arka koltuğunda eve götürüşün ve hatta ve hatta; mavi ledler yansırken gözlüklerimden gözlerine ağzımdan çıkanların senin hoşuna gidişinin o kadar minnettarıyım ki sevgilim... Sevgilim senle ben yan yana olursak kimse kimsenin hoşuna gidemez bizden fazla. Sevgilim seninle yan yana oluşumuz eve dönüyor olmak kadar güzel işte dursak da evdeyiz gitsek de. Evim oluşuna da o kadar minnettarım ki…

Sen ne düşünüyorsun. Ne güzel düşünüyorsun. Sevgilim! Hayranım beni ta içimle görebilmene, benimle gülüşüne, beni dinleyişlerine bana dinletişlerine hayranım. Kusurlarımı görüşüne kusurlarını saklamayışına hayranım. Senin kusurlarına da kurbanım kusursuzluklarına da. Sana duyduğum ateş gibi ilgiye verdiğin ateş gibi ilgiye hayranım. Güzellik uzaklaşmışken kafasından insanoğlunun ve koro halinde susulurken her yerde, senin bana bağıra bağıra şarkı söyleten o gözlerine hayranım. Sen beni öpersen sevgilim ben var ya ben belki de Fransız olurum çekilirim Afrikadan mutluluk hakim olur tüm coğrafyalarda sevgilim senin yüzünün suyu hürmetine döner dünya, mevsimler birer birer değişir. Ve sevgilim o zaman herkes penceresinde nergis yetiştirir öyle güzel kokar ki dünya sen gibi… Yoksa seni rahatsız mı ettim?

Ah canım sevgilim dersin ki sen bana şimdi ben doğmuşum ben ben sen ne mırıldanırsın durursun hala diye içinden. Kızma bana sevgilim gül ki sevgilim gül ki gözlerin solmasın sakın aşk çiçeğim.

Benle tanışmaktan sonra bu hayatta ki en doğru kararın olabilir sevgilim gelmek dünyaya. Tamam canım ekşitme suratını hemen gülümse diye…

Ya sen bu şehirde doğmasaydın kıdam ya ben herkes gibi bilseydim aşkı? Ne iyi etmişsin sevgilim hoş gelmişsin bu dünyaya hoş gelmişsin dünyama. İyi ki doğmuş iyi ki çocuk olmuşsun ve iyi ki hep öyle kalmışsın sevgilim çocuklar gibi şen… Sevgilim buraya uygun bir tamlama yapamıyorum bil ki tamlamaların en güzelidir senin oluşum ve hatta benim oluşun. Yüzün çiçeklerin en güzelidir ve gözlerin yeni doğmuş bir bebeğin ilk gülümsemesidir sevgilim. Bizim olmadıkça sen o bebek gülümsemesinden de güzelsin sevgilim. Doğum günün kutlu olsun canım sevgilim iyi ki doğmuş dönmüş dönmüş ve bana konmuşsun. Konduğun yerde hep var olman dileğiyle… Seni çok seviyorum. Ümit Yaşar’ın da dediği gibi sevgilim..

“ Yoksan gece ve ölüm / Varsan el sürdüğün her şey şiir / Ayak bastığın her yer şiiristan olur”

 

Hz.Ali'ye Mektup | Alper Gencer


 Hz. Ali’ye Mektup


sen belki tanımazsın ama ben senin için ölürüm! sen beni tanımazsan ben zaten ölüyüm! bir Allah’a bir anneme sonsuz itimadım var herkes beni yarı yolda bırakıyor ya Ali herkes beni yarı yolda bırakıyor bu çok zor! sana bu mektubu pişirilmiş çamurun içerisinden yazıyorum ağaçların otların ortasında yaşıyorum cayır cayır yanan bir orman ne kadar uzun yaşar? Allah’ım benim yanmayan yerlerimden yangın çıkar yanan öd ağacının külü olmak istiyorum yanan bir öd ağacı gibi yanmak istiyorum çakmağın varsa çak tutuştur kalbimi kılıcın varsa çek yatıştır nefsimi sebebin varsa çık karıştır derdimi bir kez yüzün görmeye bu can kurban ya Ali yürüdün kınında kılıç yüreğinde aşk dünya atlıların hışmına uğramış gibi toz ve duman ortalık putlarla dolu İbrahim yorgun düşmüş olmalı ve bu açıdan bakınca Yakup kör olmakta son derece haklı Yusuf doğuran bir kuyum yok Davudi bir sesim yok Zebur söylemek için İsa’nın yakışıklı alnından kilise duvarlarına çakılan grotesk bir çarmıh kaldı geriye ve onca hikmetinden Musa’nın kekemelik, israil’e… Musa kekelerken oysa söze şarkılar bahşeden bir sesi vardı bunlar kekelerken havada kurşun sesleri ve çocuk çığlıkları… demem o ki Zülfikar’a davranan elin eksikliği hissediliyor şu an dünyada seni sırtından hançerlediler çünkü başka şansları yoktu! risk almayı gerektirir seninle göz göze gelmek seni sevmek bir insanı sevmenin iskelesidir bugün ne dünden bir sonraki gündür ne yarından bir önceki… bugün hem dünkü gündür hem yarın ve sonraki yani mütemadiyen seninle yaşıyor olabilmek gibi bir bahtım var mesela bir akşam Resul’ün evine giderken beni de uykumdan al insan önce annesini sever, sen önce O’nu sevdin O’nu sen kırıp çıkardın insanın kendini seyrettiği aksinden şimdi bazıları mübalağalı buluyor beni bazıları gülüp geçiyor ki senin vurduğunu cehenneme postalayan bir kılıcın vardı ama onları görsen ağlardın merhametten sen onlar için kendini ve evladını feda ettin onlar kendileri için senin evladının her gün başını vuruyorlar ben senden öğrendim ki oysa inanmak mesela dost için ölüme yatıp orda teslimiyet doğuran bir uykuya dalmaktır dünyaya senin gözlerinle bakmak isterdim ya Ali şurasında biraz vicdan olan herkesin seni sevmek borcu var bir puta dahi inanmanın varsa inanmakla bir alakası ki var insan senin Resul’e teslim oluşunla inanmayı tamamlar sen bana dil oldun Rahman o dile ağız sen bana göz oldun Mustafa göze yürek sen bana söz oldun Kuran o söze ayet bir kez yüzün görmeye bu can kurban ya Ali seninle en sevdiğim müştereğimiz ikimiz de en çok hep, hep O’nu seveceğiz zannımca sonumuz tam da şöyle olacak sen Hüseyn’in başını koyacaksın ortaya paramparça olacak gönül zembereğimiz sen Hasan’ın ağusundan taslarla sunacaksın musallat olmayacak nefis en-gereğimiz sen Fatma’nın gözlerini bizle paylaşacaksın hakikat söyleyecek aşk ile yüreğimiz senin kalbin bir abanın altında korunmuştur benim kalbime de yer var mı orda ya Ali? sen belki tanımazsın ama ben senin için ölürüm sen beni tanımazsan ben zaten ölüyüm işte gözyuvarlarımı boşalttım Zülfikar’ınla bunca okudum senin gözlerinle bakmak için dünyaya hep senin gözlerinle bakmak için ya Ali
Resul’e ve Allah’a!

Çağrılmayan Yakup - Edip Cansever

 

Çağrılmayan Yakup / Edip Cansever


I

Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar


O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi.

Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum
Bilmiyorum, bilmiyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü
Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü
Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu
Onlar işte hep boyuna koşuyordu
Birileri çıkıyordu ordan burdan

Hiç çıkmamak halinde ve ölgün
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum korkunçtur Yakup!
Yakubun olması korkunçluğudur bu
Dünyanın insana doğru içinde
Yakup, Yakup!
Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum
Lambayı söndürmesinler, geliyorum
Siz bütün lambaları yakın, evet
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Ve kendine bilinmeyenler yaratan Yakubum ben, iyi ya
Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun
Her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık
Hep böyle istiyorum, ayıp değil ya
Durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum
Bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde
Ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum
Bir ölünün günü boyayan renginde
Çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar
Kayalardan dondurmalar sorduğum
Ben, yani Yakup, Yakubun hiç çağrılmamış şekli
Kim bilir ne diyordum
(Kim bilir ne diyordu bir baykuş yaratıldığına
Bir baykuş tarafından
Ve bütün baykuşlar o bütün baykuşların arasında ne oluyordu
Ben ne oluyordum.)

Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı
Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak
Bunu Yakup söyledi
Dedi ki, çünkü herkes Yakubu yaşıyordu, bense
Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum
Kızgın kağıtların üstüne
Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu
Ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen
Oluyordu ve bir de
Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben
Kendimi koruyordum
Bunu bana Yakup söyledi
Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği
Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup
Ben
Bunu hep biliyorum
Bunu hep biliyorum ve işte
Özgürüm, cezasız duruyorum.


II

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Telaşlı, açgözlü kurbağalara
Bakmaktan geliyorum. Ben sanki Yusuf
Ve Yusuf değil
Her gün bir tahtaboşta asılı duruyorum
Ve durmuyorum. Ben işte Yakup
Yok artık karıştırmıyorum.

Taş merdivenleri ağır ağır çıktım, bunu ben böyle yaptım
Eski taş merdivenleri. Yanımdan bir sürü adam
Geçti ve kolayca gittiler
Müzik aletleri renginde ve pırıl pırıl gittiler
Yanan güneşin altında
Onlar ki.. onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
Ve sordum
Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun
Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
Yakup ve onlar nasıl olsunlar. İşte ben taş merdivenleri
Kurbağalara bağlayan taş merdivenleri
Durmadan kendimle karıştırıyordum
Kimse beni tutup çıkarmıyordu
Vıcık vıcık taşlar duyuyordum ayaklarımın altında
Anlamsız, yapışkan bir yığın taşlar
Yoruldum! bunu sanki biri söyledi
Yakubun biri
Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Kendime bir isim düşünerek
Birden ki bir isim düşünerek kendime. Hayır bu kimse değil
Ancak gelebildim

Aşağıda bir luna park kımıldıyordu. Ah kurbağalara bakmam gecikecek
Luna park kımıldıyordu, hem öyle değil
Bu uyum korkunçtur Yakup
Bir yokluğun kımıldamaya doğru içinde
Ve sen ki böyle tanımlanırsan Yakup
Yakuup!
Bir şey ki seni çağırıyor, o şimdi ne olmalı
Gene bir Yakup olmalı bu, Yakup
Kurbağalara bakman gecikecek, bunu ben nasılsa söylüyorum
Nasılsa ben bunu bir kere söylüyorum
Günşse kırmızı top taşıyan bir adamın tahta bacağını çok yakıyordu ki
Adam içinden bağırdıkça dünya
Ters yönden yaratılıyordu, diyebilirim
Bir öğle üzeriydi adamın içindeki kalp
Kan kalp
Kırmızı top
Yakıcı dönüşümler çıkaran
Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın
Öyle değil mi Yakup
Hemen hemen öyleydi, Yakup bunu söyledi
İyi ki söyledi. Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Şimdi bir kurtarabilsem ayaklarımı
O benim ayaklarımı.. taşlardan
Bir kurtarabilsem
Saat on ikiyi gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Bir zamansızlığın Yakuba doğru içinde
Saat on yediyi ve yirmi biri
Gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Her saniyedeki ve işte her saniyedeki
Ben, yani Yakubun o dağılgan şekli
Nerdeydim.

Bilmem ki. Bir avukat benim ellerimi tuttu. Gözlüklü bir kadındı bu, iyi mi
Kim bilir bir çağın neresinden burada. Anlaşılması
Yoktu ki. Kendine özgü bir duruşu
Yoktu ki. Pek güçlü kolları vardı yalnız
Ne diyordum, ben işte Yakup
Çekiverdi beni taş hamurun içinden
Pek öyle gürültüyle değil
Bir başka yapışkanlığın içine
Çekiverdi beni
Göğüsleri pek hoştu, ipekli bir giysinin altındaydı onlar
Sonra elleri ve kalçaları pek hoştu
Kılların ve bütün oynak yerlerin ölümlere doğru içinde
Bacaklarıyla bir şeyler bir şeyler bir şeyler yapıyordu artık
Onu ben çok iyi görüyordum. Ama çarşaflar, öyle bir takım kıpırdanmalar araya
giriyordu
Engelliyordu bizi
Ter içindeydik. Ellerimden çekiyordu. Ter içindeydik
Beni kurtarmak istiyordu, bir isim gibi Ben'i
Ter içindeydik
Terlerimiz üstümüzde duruyordu, yıkanmış yeni kaplar gibiydik
Üstümüzde ölgün ve kararsız su tanecikleri bulunan
Biz Yakup
Biz gözlükten, taş hamurdan ve beyaz çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış
Kurbağalara geldik.


III

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Masalarda oturmuşlardı. Ben oradan geliyorum
Yazı makineleri, kağıt sesleri
Ben oradan geliyorum.

Önce bir kenarda durdum, hiç kimse beni çağırmadı
Sonra bir yer bulup oturdum. Hadi bir sigara içeyim dedim
Olmaz, dedi mübaşir kılıklı kurbağanın biri
Belli ki yeni tıraş olmuştu, bana yakasından bir kopça eksik gibi geldi
Öyleyse peki, dedim, ayağa kalktım, şöyle bir duvara dayandım
Bu kez de duvarlarda sanki duvarca bir sözdizimi
Olmaz ki, Yakup!
Peki Yakup ne yapsın, bu aklımdan bile geçmedi
Herkesin durduğu bir yere gittim. Ben Yakup
Ya onlar kimdi
Aralarına aldılar beni. Artık ben hiçbir şey göremiyordum
Biri bir şeyler söylüyordu yalnız, yüksekçe bir yere oturmuş
Onu ben duyuyordum
Duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu
Ve "Yakup" sesini ancak anlıyordum. Yakubun ötesinde
Birtakım sözler ediliyordu, onları ben anlamıyordum
Anlamıyordum ama, iyi sözler söylemiyorlardı benim için
Sonra bir şey daha vardı anlamadığım: yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
Ben, yani Yakup
Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
Diye düşündüm ya ben
Ben, yani Yakup
Bütün gücümle bunu bağırdım
Ben ki bağırdım işte, bütün kurbağalar bir olup beni dışarı çıkardılar
Bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime
Daha başka yerlerime de baktılar
Sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana
Ben, Yakup, beni hiç kimse çağırmadı
Sokağa çıktım, bir sürü yerlerden geçtim. Şimdi
Hatırlıyorum da, bir deniz kıyısında azıcık durabildim
Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri
Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar
Bağırdım, bağırdım, bağırdım
Tanrının ayak izleri!
Tanrının ayak izleri!


IV

Kurbağalara bakmaktan geliyorum. Ben Yakup
Bunu Yakup söyledi
Yıkanmış çamaşırlar duruyordu odamın penceresinde
Gök işte bu beyazlıktan azıcık alıp veriyordu, diyebilirim
Bir kırlangıç onu kirletmese
Ki onlar o kadar çok siyahtırlar ki, ben
Onları hiç sevmem
Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
Odamın düşünülmesi halinde bile
Kimseler yoktur
Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde
Ve biraz da çarşılar
Ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki
Bitmesin
Çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben
Kirli ve eski
Bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde
Onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin
İntiharlara doğru büyüyen içinde
Ben, yani Yakup
Kurbağalara bakmaktan geliyorum işte
Açgözlü, mor kurbağalara
Akşama doğru birdilim ekmek yiyeceğimbelki
Bir bardak da süt içeceğim. Sonra
Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum
Ben
Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup
Uyumak istiyorum.

Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.


Edip Cansever / Çağrılmayan Yakup (1966)

Küçük İskender: "Utancımla övünmek zorunda kalmak ağır..."


Şair küçük İskender’in yeni kitabı “Ali” Sel Yayıncılık’tan çıktı. Onunla hem şiirini hem de “Ali”yle beraber bir kez daha düşündüğümüz son olayları konuştuk...



Gerçek adı Derman İskender Över ama o “küçük İskender” mahlasını kullanıyor.

Oradaki “küçük” kelimesinin bilhassa küçük harfle yazılmasını isteyen kendisi. Dur durak bilmeyen insanlardan biri. Şu hayatta neyi isterse, neyi kafasına koyarsa yapıyor.Müzikten sinemaya el atmadığı alan neredeyse kalmadı.


Edebiyatta da öyle; kendini türlerin, biçimin sınırlarına hapsetmiyor. Birkaç deneme ve aforizma kitabı, bir de romanı var ama o, her şeyden önce şair... Yeni kitabı olay oldu. Zira ölen, öldürülen “Ali”lerden bahsettiği kitap çıkar çıkmaz Ali İsmail Korkmaz’ın ölüm haberini aldık. Kötü bir tesadüftü. Veya belki tesadüf değil, şiirin olacakları görme, insanoğlunu gelecekte yaşanacaklara dair uyarma potansiyelini doğrulayan bir olaydı. Üstelik ilk kez de olmuyordu; küçük İskender daha önce de şiiriyle geleceğe defalarca dokunmuştu... Ben de biraz “Ali” dolayısıyla bu konuyu, biraz da başka şeyleri konuşmak için buluştum küçük İskender’le.


Herkesin içinde bir Ali vardır, zaman zaman ortaya çıkan

“Memetler ölürken Aliler öldürülür bu coğrafya için. Ali’nin gömleği onun için başka bir kanlı” diyorsunuz. Ali bir isim değil sadece, bir simge. Bundan bahseder misiniz?

Ali’nin emre itaat etmeyeceği ve bu yüzden yok edilebileceği bilinir bu ülkede. Herkesin içinde bir Ali vardır ayrıca, zaman zaman ortaya çıkan. Bendeki Ali’ye gelince; halk arasında bir şehir efsanesi gibidir benim Ali’m. Direnişin, hırçınlığın, gururun simgesi... Uysal, durgun, sessiz görünür ama bu bir yanılgıdır. Ali’ ler bir dil yangınıdır. Söndürülemez. Her kıvılcımdan tekrar tekrar doğar ve çoğalırlar.


“Ali” çıktıktan kısa bir süre sonra bir Ali öldürüldü...

Kahreden bir rastlantı. Ama ilk değil. Bakın, ilk kitabımda da Susurluk’u yazmıştım, ta 80’lerde. Mart ayında İçi Pis Tay adlı şiiri kaleme almış ve “üç beş çapulcu”dan bahsetmiştim. Öncesinde Ucube’yi yazmıştım. “Ey devlet beni de ‘ucube’ say” diye bir dize vardı o şiirde...


“Olacakları hissetmiş gibi” diye yazdınız Twitter sayfanızda...

Şairlere has bir önsezi işlemiştir belki ama evet, var bir gizemli yanı. Ya da olacaklar zaten bellidir aslında ama şairler şiir yazmaktan konuşmaya vakit bulamıyorlardır.


Ben susunca çözülecekse neden susmayayım ki?

Ayşe’nin, aşkın, hayatın “bazen çok Ali” olduğunu idrak ettiğimiz günlerdeyiz. “Ayşe bazen çok Ali” diye yazmışsınız. Bu süreçte ne hissettiniz?

Sosyal medyada da paylaştım bunu; 21. yüzyılda arkadaşlarıma, halka yapılan bu zulümden sadece utanç duyuyorum. Şu kesin: Bende ve bizim gibi düşünen insanlarda bu his doğmuşsa, sorumlusu Ali’ler değildir. Bu hissi soğutmaya, ortadan kaldırmaya çaba gösterilmemesine gelince; “Kendi başınızın çaresine bakın” demek bu. Ülkenin yarısı çürüğe ayrıldı! Utancımla övünmek zorunda kalmak ağır.


“Güzeldik aslında, bizi tarih yazarak kirlettiler.” Bu dizede sistemin kuralları, dayatmaları ve tarifleriyle bizi oluşturma çabasına sıkı bir eleştiri var. Güzel kalmak mümkün müdür şu hayatta?

Nerede yaşadığınıza bağlı... Neden yaşadığınıza bağlı... Yaşadığınız yerde uğrunda yaşadığınız şeyler için ölebilecekseniz, güzelsinizdir. Sizi çirkinleştiren şey aslında başkaları. Başkalarından uzaklaşıp “çirkin olan” için dua edin, bu size iyi gelecektir.


Bir gün ne olsa susarsınız?

Sevdiklerim “Sus” demedikçe susacağımı sanmıyorum. Ama ben de Ali’yim; Ali’leri sevmeyenlerin bizi nasıl susturduklarına da şahidiz. Meseleler ben susunca çözülecekse, o zaman neden susmayayım ki zaten?


Cinsellik de ayrıştırıyor

Eşcinsel olduğunuzu hem şiirinizde hem röportajlarınızda her zaman açıkça söylediğiniz için soruyorum bunu: Cinsel kimliğin senı başkalarından ayrımı kılar, yoksa orada da görünmez bağlar var mıdır?

Cinselliğin bizi birbirimize yakınlaştırdığını hiç düşünmedim. Ayrıştıran bir yan taşıyor. Kromozom sayılarımız eşit olabilir, ama DNA’larımız farklı. Ayrıldığım sevgilime bunu söylemek isterdim.


Ayıp ve sır saklayabilen bir kalp benimki

“Hayatı eğlenceli ve uygunsuz hale getirecek tüm tekliflerim geri çevrildiği ve tehlikeli bulunduğu zaman anladım ki bol bir kalp benimki. Bol derken çok değil, geniş ve gevşek. Hatlarını belli etmediği gibi ayıp ve sır saklayabilen de bir kalp. Sokaktaki adamla tartıştığımda küfür edebiliyorsam, aynı küfrü resmi sıfatlı birine de yöneltebilirim. Beni kim tutabilir, kanunlar mı? Öldük mü dönüp dolaşıp başka başka geliyoruz. Mesele bu kadar basit aslında."


Haber: Gülenay Börekçi

https://hthayat.haberturk.com/yasam/roportajlar/haber/1015243-kucuk-iskender-utancimla-ovunmek-zorunda-kalmak-agir

Münacaat - İsmet Özel

 





Münacaat - İsmet Özel
Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak ,ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gel
en her ne ise vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi. Hata yapmak fırsatını Adem'e veren sendin bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini tanıdım Ademoğlu kimin nesiymiş ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi. Çeşme var, kurnası murdar yazgım kendi avcumda seyretmek kırgın aksimi. Gençtim ya, ne fark eder deyip geçerdim nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem ne fark eder demişim bilmeden farkı istemişim. Vay beni leylak kokusundan çoban çevgenine arastadan ırmaklara çark ettiren dargınlık! Yola madem çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar yola devam ederdim. Gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın onunla ben hep sevişecek gibi baktık birbirimize. bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık. Oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde hani yok burada yanlışı yoklayacak hiç aralık bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık gönendi dünya bundan istifade dünya bayındırladı: Bir yakış, bir yanış tasarımı beride öte yakada bir benî adem her gün küsülü kaldık. Bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan artık bu yaşa erdirdin beni, anladım gençken almadın canımı, bilmedim demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış insanın insana raptolduğu cevher. Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi taşınacak suyu göster, kırılacak odunu kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin tütmesi gereken ocak nerde?

Bir Gün Mutlaka - Ataol Behramoğlu

 

Bir Gün Mutlaka - Ataol Behramoğlu

Bu gün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra
Yorgunum, bahar geldi, silah kullanmayı öğrenmeliyim bu yaz
Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür
gümbür bir telaş
Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne
güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz!
Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz
kafalılar! Ey sadrazam!
Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç
yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz
Çiçekler açıyor durmadan, savaşlar oluyor, her şey nasıl
bitebilir bir bombayla, nasıl kazanabilir o kirli adamlar
Uzun uzun düşünüyor, sularla yıkıyorum yüzümü, temiz
bir gömlek giyiyorum
Bitecek bir gün bu zulüm, bitecek bu han-i yağma
Ama yorgunum şimdi, çok sigara içiyorum, sırtımda kirli
bir pardesü
Kalorifer dumanları çıkıyor göğe, cebimde Vietnamca şiir
kitapları
Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür
ucundaki ırmakları
Bir kız sessizce ölüyor, sessizce ölüyor orda
Köprülerden geçiyorum, karanlık yağmurlu bir gün, yürüyorum
istasyona
Bu evler hüzünlendiriyor beni, bu derme çatma dünya
İnsanlar, motor sesleri, sis, akıp giden su
Ne yapsam...ne yapsam her yerde bir hüzün tortusu
Alnımı soğuk bir demire dayıyorum, o eski günler geliyor aklıma
Ben de çocuktum, sevgililerim olacaktı elbette
Sinema dönüşlerini düşünüyorum, annemi, her şey nasıl
ölebilir, nasıl unutulur insan
Ey gök! senin altında sessizce yatardım, ey pırıl pırıl
tarlalar
Ne  yapsam...ne yapsam...Dekart okuyorum sonradan...
Sakallarım uzuyor, ben bu kızı seviyorum, ufak bir yürüyüş
Çankaya\' ya
Bir pazar, güneşli bir pazar, nasıl coşuyor yüreğim, nasıl karışıyorum insanlara
Bir çocuk bakıyor pencereden hülyalı kocaman gözlü nefis
bir çocuk
Lermontov\' un çocukluk fotoğraflarına benzeyen kardeşi
bakıyor sonra
Ben şiir yazıyorum daktiloda, gazeteleri merak ediyorum,
kuş sesleri geliyor kulağıma
Ben mütevazi bir şairim, sevgilim, her şey coşkulandırıyor beni
Sanki ağlayacak ne var bakarken bir halk adamına
Bakıyorum adamın kulaklarına, boynuna, gözlerine, kaşlarına
yüzünün oynamasına
Ey halk diyorum, ey çocuk, derken bende bir ağlama
İlençliyorum bütün bireyci şairleri, hale gidiyorum portakal
almaya
İlençliyorum o laf kalabaklıklarını, kurumuş yürekleri,
bireyin kurtuluşunu filan
İlençliyorum o kitap kurtlarını, bağışlıyorum sonradan
Uzun kış gecelerinden sonra kim bilir nasıl olur her şey
Uzun kış gecelerinden sonra, masallarda anlatılan
Durup durup bunları düşünüyorum, bir sevinci bir hüzün
izliyor arkadan
Yüreğim ipe sapa gelmez bir bahar göğü, Türkçe bir yürek
kısaca
Beklemek usandırıyor, telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyorum
sağda solda
Bir otobüse biniyorum, inceliyorum bir böceği tutarak
kanatlarından merakla
Yürürdüm eskiden baharda, o yıkıntıların ve çayırların
olduğu alanlara
Aklıma şiiri gelirdi o yaşlı Amerikalının, sonbaharı anlatan
şiiri
Çayırlar vardı o şiirde, baharı anımsatan ne de olsa
Böylece yeniden hazırlanıyorum bir coşkuya, yeniden
sokaklara fırlamaya
Kendimi atmak için bir uçurumdan balıklama
Büyük ve mavi bir şey izlenimi var bende, gördüğüm
filmlerden mi ne
Bir şapka, telaşlı bir gök, sıcak yapay bir dünya
Anlat anlat bitmiyor, bitmiyor bendeki daüssıla
Bütün sevgilerimi harcayabilirim bir çırpıda, yağmurlu o
yollar geliyor aklıma
Benzin kokuları, ıslak direkler, babamın esmer bir somun
gibi tombul ve sıcak elleri
Uyurdum. Bir de bakmışsın yeni bir film sinemada, şehirde
yeni bir kız, kahvede yeni bir garson
O üzgün ve sabahlıklı dururdu balkonda...
Şimdi ne var hüzünlenecek burda, nedir bu çatlatan
yüreğimi bu telaş.
Sanki ölecek gibiyim, sanki birazdan polisler gelecek ya da
Gelip alacaklar kitaplarımı, bu şiiri, sevgilimin
fotoğrafını duvarda
Soracaklar babanın adı ne, nerde doğdun, teşrif eder
misiniz karakola
Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür
ucundaki ırmakları
Bir kız sessizce ölüyor, sessizce Vietnam\' da
Ağlayarak bir yürek resmi çiziyorum havaya
Uyanıyorum ağlayarak,  bir gün mutlaka yeneceğiz!
Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey ithalatçılar, ihracatçılar,  ey
şeyhülislam!
Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz!
Bunu söyleyeceğiz bin defa!
Sonra bin defa daha, Sonra bin defa daha, çoğaltacağız
marşlarla
Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda
Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla
Yürüyeceğiz çoğala çoğala...

Orpheus ve Eurydice'ın Hikayesi

 Orpheus, Trakya’da yaşan bir ölümlüdür. Annesi Calliope, epik şiirlerin ilham kaynağıdır. Babası ile ilgili farklı hikayeler anlatılır, Trakya Kralı ya da rüyaların tanrısı Morpheus olduğu gibi. Ailesinin bıraktığı genetik mirastan mıdır yoksa doğuştan gelen bir hediye midir bilinmez; Orpheus’un muazzam bir müzik yeteneği vardır. Gittiği her yerde lirinden dökülen notalarla ve tanrısal güzellikteki sesiyle dinleyenleri rüyalara daldırır, göz yaşlarına boğar, mutluluğu en derinlerde hissetmelerine sebep olur. Hayvanlar ve ağaçlar bile onun müziğinden etkilenir.

Belki de müziğinin verdiği huzurdan, Orpheus çok umursamaz, havai bir oğlan olarak büyür. Annesi ve çok yetenekli teyzeleri tarafından büyütülen Orpheus, bir gün Eurydice adında güzel bir kadınla tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Düğünleri masallara konu olacak kadar güzel ve mutlu geçmektedir. Orpheus bir yanda, mutluluğunu tarif edecek kelimeleri lirinden notalara dökmekte, Eurydice ise çıplak ayakla dans etmektedir.



Çıplak ayakla dans eden gelin bir yılanın üzerine basar ve yılan tarafından ısırılır. Eurydice, yere düşer ve davetliler ne olduğunu anlayana kadar ruhu ölü bedenini terk edip uzaklara doğru uçmuştur bile.

Orpheus, başa çıkılamaz bir kızgınlık içinde yas tutmaktadır. Lirini alır ve ölüler diyarına doğru emin adımlarla ilerler. Sonunda güzeller güzeli karısının tutsak tutulduğu diyarın kapısına vardığında lirini çalmaya başlar. Tüm tutkusu ve yeteneği ile lir çalarak ve şarkı söyleyerek Hades’in krallığında yürür.

Müziğinde hayatın nefesi ve umut olan Orpheus, ölülerin acılarını bir an olsun unutmalarını sağlar. Cerbarus geriye doğru uzanır ve gülümser. Tantalus bir anlığına da olsa sonsuz sussuzluğunu hissetmez; Erinyes, kırbaçların ve çivili kamçılarının yanında adını bile bilmediği duygularla donmuş bir şekilde kendini müziğe kaptırır. Lanetlenmiş olanlar bile lanetlerini unutur. Persephone’un lanetli bahçesi bile bahar gelmiş gibi çiçek açmaya başlar ve yer altının kraliçesi sessizce göz yaşlarına boğulmuştur.



Ölümün tanrısı Hades bile Orpheus’un müziğinden etkilenmiş ve müzisyenin çaresiz dileğini bir şartla kabul etmiştir. Karanlıkların tanrısı Eurydice’in Orpheus’un arkasından sessizce gitmesine izin verecektir. Ancak Opheus asla arkasını dönüp bakmamalıdır.

Şüphe içinde kıvranan Orpheus sevgilisinin elinden tutar ve dönüş yolculuğuna başlar. Müziği olmadan ölüler diyarı yeniden kasvetli ve korkutucu havasına bürünmüştür. Orpheus Ölüm Tanrısı’nın onu kandırdığından ve arkadasında kimsenin olmadığından ölesiye korkmaktadır. Sonunda ömür gibi gelen korku ve şüphe dolu yolculuklarının gün ışığıyla aydınlandığı bir anda Orpheus kontrol etmek için arkasına bakar. Bir saniyeliğine onun meleksi güzelliğini görür ve artık Eurydice yok olmuştur. Ruhu tekrar ölüler diyarının derinlerine çekilmiştir. Son söylediği şey ise “Seni seviyorum” olmuştur.


Artık dünyada Orpheus için hiç bir neşeye ve mutluluğa yer yoktur. Avutulmaz acısıyla tüm gün nehrin kenarında oturur ve elindeki tek şeyi olan müziğine sarılır. Çaldığı şarkılarının melankolisinden canavarlar, insanlar, bitkiler, böcekler ve hatta taşlar bile ağlar.

Cennet sakinleri de Orpheus’un şarkılarından ağlamaktadır. Ardından tepelerden bir grup vahşi Baküs Tanrısı havarisi iner. Sarhoş kadın ve diğer havariler şarap ve seks ile kendilerinden geçmiş haldelerdir. Kağnılara vurarak ve sarhoşluk çığlıkları atan grubun neşesi Orpheus’un müziği ile bölünür. Böylesine bir cümbüş arasında Orpheus’un yasının yeri yoktur ve havariler bir üzüntünün onların eğlencesini asla bölmelerine izin veremezler. Orpheus’u yakalayan havariler onu parçalara bölerler ve kafasını nehre atarlar. Orpheus’un hala şarkı söyleyen kafası nehirde gezerek denize ulaşır.





"Bir anlık görme isteği, sevdiği kadını delicesine görme arzusu muydu Orpheus’u arkasına döndüren. Yoksa Eurydice mi ona bakmasını istemişti Orpheus’tan? Yoksa tam da Calvino’nun dediği gibi kavuşamayınca mı aşktı? Orpheus şairlerin yolundan mı gitmeyi tercih etmişti yoksa? Yanlış cevap yok. Ama doğru cevap da yok. Çünkü saf aşkta yanlış ya da doğru yok. Son bakışa bitişen ilk bakış var yalnızca. Son ve ilk bakışın iç içeliği… Eurydice’yi kaybedeceğini bile bile ardına dönüp bakan Orpheus’un aşkını sorgulayabilir miyiz? Peki ya kazanmak için kaybetmeniz gerekiyorsa… Böyle bir durumda kazanç ve kaybın birbirinin zıttı olduğunu söylemek mümkün mü? Kutupsallık tam olarak böyle bir şey işte. Girdap aşk’ın ta kendisi. Girdabın kalbi ateşe teslim, alevler içinde…"